30 Ekim 2016 Pazar

CELADET ALİ BEDİRHAN

CELADET ALİ BEDİRHAN

Celadet Ali Bedirhan (1893, İstanbul )
Okuyup ,Paylaşalım ..!!!
Osmanlı İmparatorluğunda ve Suriye'de faaliyeti sürdüren Kürt dil bilimci, yazar ve siyasetçi. Kürt örgütü Hoybun'un ilk başkanı.
Hayatı
Celadet Ali Bedirhan 1893 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Bedirhan Bey'in torunu Kürt aydınlarından Emir Ali Bedirhan'ın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul'da tamamladı. I. Dünya Savaşı sırasında, subay olarak Osmanlı ordusuna alındı ve Kafkasya Cephesi'nde bulundu. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Kürt aşiretlerinin birliğini sağlamak için çaba gösterdi, fakat başarılı olmadı. 1922 yılında kardeşi Kâmuran Bedirhan'la birlikte Almanya'ya gitti. Almanya'da öğrenimini sürdüren Celadet Ali, 1925`te önce Kahire'ye geçti, bir süre sonra da Fransız mandası altındaki Suriye'ye yerleşti. Suriye'de Haco Ağa ve önde gelen diğer Kürt aydınlarıyla birlikte Hoybun'un kuruluşunda aktif rol oynadı.
Kürtçe Çalışmaları
1930`lu yıllarla birlikte, siyasi çalışmalardan uzaklaşarak Kürtçeyle ilgili çalışmalarını yoğunlaştırdı. 15 Mayıs 1932 yılında Hawar dergisini çıkardı. Hawar Dergisi ile birlikte Arap karakterli Kürt alfabesinin yanında Latin karakterli Kürt alfabesi de kullanılmaya başlandı. İlk 23 sayısı hem Latin alfabesiyle hem de Arap alfabesiyle yayınlananan Hawar, 24. sayıdan itibaren bütünüyle Latin alfabesiyle yayınlandı. Günümüzde kullanılan latin karakterli Kürt alfabesi ilk defa Hawar dergisinde uygulanan alfabedir. Hawar dergisinde çoğunlukla Kurmanci olmak üzere düzenli bir biçimde Sorani ve az sayıda da Zazaki yazılar yayınlandı. Osmanlı dönemi Kürt basınından ayrı olarak Hawar 'da Türkçe yazılara yer verilmemekle birlikte, dergide Fransızca bölümü vardı ve bazı Kürtçe yazılar Franszıca'ya da tercüme ediliyordu. Suriye'nin Fransızların mandası altında olmasının bunda etkili olduğu düşünülmektedir. Hawar Dergisi hem Kürtçe'nin stnadartlaştırılması hem de Kürtçe yazan kadronun yetişmesi anlamında bir okul işlevi gördü. Hawar 'ın yazar kadrosu içinde Celadat Bedirhan dışında, kardeşi Kâmuran Bedirhan, Osman Sabri, Nureddin Zaza, Cegerxwin, Kadri Can gibi birçok kişi de düzenli olarak yazdı. Toplam 57 sayı yayımlanan Hawar 1943'de yayınına son verdi.
1942'de Şam'da Hawar 'ın yanısıra Ronahi ismiyle resimli bir Kürtçe dergi çıkardı. Başta Hawar 'ın bir eki olarak çıkan Ronahi, Hawar 'ın yayınına son vermesinden sonra bir düre yayınına bağımsız olarak devam etti. Sadece Kürtçe’nin Kurmanci lehçesiyle yayın yapan Ronahi, latin alfabesiyle yayımlandı. Toplam 28 sayı yayınlanan Ronahi, 1945 yılında yayınını sona erdirdi. Ronahi 'nin yazar kadrosu da çoğunlukla Hawar 'da yazan kişilerdi.
Celadet Beidrhan, 15 Temmuz 1951'de Şam'da öldü. Mezarı Şam'dadır. Ölümünden sonra hayattayken yaptığı Kürtçe dil araştırmaları bir araya toplandı.
Eserlerİ
Elifba Kurdî (Kürtçe Alfabe)
Rûpelên Elfabê
Rêzimana Elifbaya kurdî
Rêzimana Kurdî (Kürtçe Gramer) (Roger Lescot ile birlikte)
Ferhenga Kurdî (Kürtçe Sözlük)
Günlük Notlar
De La Question Kurde / Kürt Sorunu Üzerine (Fransızca ve Türkçe)
Were Dotmam (Hawar Dergisi'nde yer alan şiirler)
Edirne Sükutunun İç Yüzü (Kamuran Bedirhan ile birlikte)
Mustefa Kemal'e Mektup
Dîbaca nimêjên îzêdiyan


29 Ekim 2016 Cumartesi

KÜRT CELAL-CELAL İBRAHİM (1884-1917)

Galatasaray Spor Kulübü'nün 4 numaralı kurucu üyesi.Lakabı Kürt Celal.Galatasaray adına Fenerbahçe'ye ilk gol atan futbolcudur.Galatasaray Lisesi'de hukuk öğrencisi olan 646 okul numaralı Celal İbrahim, Çanakkale Savaşı'na gönüllü asker toplandığı sırada kayıtlardan bir gün önceki gece askerlik şubesinin kapısında beklemiş ve sabah gönüllü listesine ismini ilk yazdıran kişi olmuştur.Irak'ta Müstakil Süvari Alayı Birinci Bölüğü' nde teğmen rütbesiyle görev yapmıştır. Gittiği gördüğü yerlerde Galatasaray Spor Kulübü için yararlı olacağına inandığı şeyleri toplamıştır. Ali Sami Yen ile cepheden mektuplaşmaya devam etmiştir. Bu mektuplar şu an Galatasaray Müzesi'ndedir. 21 Mart 1917' de I. Dünya Savaşı'nda Irak'ta vefat etmiştir.

KÜRD MİTOLOJİSİNDE ŞAHMARAN


Çok tanrılı dinler döneminde, ana tanrıçaların baş ve ellerinde taşıdıkları yılanlar, “baştan çıkarmayı” açıkça ortaya koymaktadır. Kürt mitolojisinde başında taç, kulağında küpe ve gerdanında kolye takılı olan, güzelliği ile göz kamaştıran kadın başlı yılan, Antik Çağ’dan bu yana tabletler üzerinde Şahmaran motifi olarak işlenmiştir.
Kürdistan’da hemen hemen her evde yılan mitosu olan Şahmaran sureti asılmasının başlıca nedeni de Kürt halkının anaerkil bir topluluk olmasından kaynaklıdır. Özellikle Kürt Mitolojisi adlı kitabın yazarı Cemşid Bender, Toros-Zagros havzasında tanrıçaların ellerinde yılanların olduğu, yılan mitosundaki iyilik ve kötülük düalizmini zenginliğin göstergesi olduğunu belirtir. İnanca göre yılan, gömleğini atarak sürekli genç kalmaktadır. Pek çok mitosta, tanrının insana bağışladığı ölümsüzlüğün yılan tarafından çalınmış olduğu rivayet edilir.
Kürt toplumunda, inanç ritüellerinde bile yılanın varlığı ve önemi bilinmektedir. Mesela Yezidi insancının merkezi olan Laleş’teki Şeyh Adiy türbesinin duvarında bulunan yılan, hac döneminde öpülmektedir. Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı birçok Êzîdî köylerindeki ev kapılarının sağ kısmında siyah yılan figürü bulunmaktadır. Êzîdîlikte yılan, adeta bir totemdir.
Ayrıca bugün Erzurum’da yılanlı gözeler, Horasan ile Kars’ta yılanlı göller, yılanlı pınarlar ile yılanlı ocaklar bulunur. İnsanlar bu mekanlarda hastalıklarına şifa ararlar. Günümüzde de tıp ve eczacılıkta yılanlı rozetlerin sembol olarak kullanılması, bu inancın uzantısıdır.
Özcesi, Toros dağları eteklerinde medeniyete beşiklik eden kentlerin başında gelen Tarsus’ta Şahmaran efsanesi, kadim kentin sembolüdür. Yine Zagros dağ silsilesinde bulunan Hakkari’de Şahmaran efsanesi, antik çağdan günümüze kadar süregelmiştir. Şahmaran’ın önemi ve özelliği doğurganlık sembolü olmasıdır. Pek çok Kürt yerleşim merkezinde halen evlenecek genç kızlar, el emeğiyle işleyip hazırladıkları Şahmaran resminin, bu mitolojik efsanenin bereket ve mutluluk getireceğine inanırlar.
Kürt toplumunda yılan motifi, yaşamın her alanına işlendiği gibi Kürt atasözlerinde de genişçe yerini almaktadır. Bu konu, Mustafa Borak’ın “Gotinên Pêşiyan Kurda” adlı eserinde de yerini geniş bir şekilde bulmaktadır.

DİYARBAKIR (AMED) SURLARI

.
Kesin olarak ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen Diyarbekir Surları M.S. 349 yılında Roma İmparatoru Konstantinus tarafından genişletilerek bazı kısımları onarılmıştır. Daha sonra şehre hakim olan diğer devletler tarafından da onarılan ve bazı eklerle takviye edilen surlar günümüze kadar gelebilmiştir.
Diyarbekir Surları, şu anda Sur içi denilen eski Diyarbakır'ı bir kalkan balığı şeklinde kuşatmıştır. Surların üzerinde on iki medeniyete ait kitabeler bulunmaktadır.M.Ö. 3000 yılında şehre hakim olan Hurriler zamanında kurulduğu sanılan surların uzunluğu 5 km.'dir. Duvar yüksekliği 12 m.. Genişliği 3-5 m. arasında değişir.Kalede dört ana kapı (Dağ Kapı, Urfa Kapı,Mardin Kapı ve Yeni Kapı) ve 82 adet burç vardır.

İSLAM MEDENİYETİNDE ROBOTİK BİLİMİN BABASI BİR KÜRD ALİM

İslam'ın altın çağında çalışmalar yapan Kürd bilim adamı ve mühendis. Sibernetiğin ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri'nin Leonardo da Vinci´ye ilham kaynağı olduğu düşünülür.
1136 yılında Cizre'nin Tor mahallesinde doğmuştur. Sibernetik alanın kurucusu kabul edilen, fizikçi, robot ve matriks ustası bilim insanı İsmail Ebul İz Bin Rezzaz El Cezeri, 1233'te Cizre'de öldü. Lakabını yaşadığı şehirden alan El Cezeri, fizik ve mekanik alanlarında yoğunlaştı ve pek çok onlarca buluşa imza attı.
‘Altın Çağ’a öncülük eden El Cezeri’ nin ‘Filli Saati’ ve mühendislikte bir devrim olan ‘ Krank ve Piston kolu hareketini kullanarak devir hareketini doğrusal harekete çevirmeyi başardı bu buluş pompa ve Motorlarda oldukça önemlidir’ Aslında böyle bir buluş olmasaydı dünyada endüstri devrimi nasıl gelişirdi? buluşu adeta zihinlerimize kazındı.
Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan "El-Câmi' Beyne'l-İlm ve'l-'Ameli'n-Nâfi fî Sınaâti'l-Hiyel" (Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar) adlı kitabın yazarıdır. Eserde yer alan bütün şekilleri kendisi çizmiş ve renklendirmiştir. 20. asrın başından itibaren Batı dünyasında büyük ilgiyle karşılanan bu eser, 1974 senesinde Al Jazaris Book of Knowledge of Ingenious Mechanical Devices adıyla Donald R. Rill tarafından İngilizceye çevrildi. Kitabın tercümesine bir önsöz yazan meşhur bilim tarihçisi Prof. White Jr. ise önsözde, birçok keşfin Leonardo da Vinci ve diğerlerinden çok önce Cezeri tarafından yapıldığını belirtmektedir. Kullandığı sibernetik ilmi ile yaptığı üstün makinelere benzer icatlara, Cezeri'nin vefatından ancak 200-350 yıl sonra başka eserlerde rastlanmaktadır.
Cezeri'nin dünyaca ünlü eserinin içeriğinde otomatik cihazlar, robot filler, kendi kendine öten tavus kuşları, otomatik saatler, ele su döken robot insan ve mühendislikle ilgili birçok aletin yapılışı ve işleyişi hakkında bilgiler verilmiştir. Kitapta 50 aracın ayrıntılı tasarımı çizimleriyle birlikte verilmiştir. Bu araçların 6'sı su saati, 4'ü mumlu saat, 6'sı ibrik, 7'si eğlence amaçlı kullanılan çeşitli otomatlar, 3'ü abdest almak için kullanılan otomat, 4'ü kan alma teknesi, 6'sı fıskiye, 4'ü kendinden ses çıkaran araç, 5'i suyu yukarı çıkartan araç, 2'si kilit, 1'i açıölçer, 1'i kayık su saati ve Amid kentinin kapısıdır. Cezeri, bu araçları geliştirmekle kalmamış bu araçlarda kullanılan özel parçaları da çok daha dakik ve hassas hale getirmiştir.
Fotoğraf:
1- Müzikal oyuncak otomasyonu 
2- Hidroenerjili su kaldıran bir makine şeması 
3- Su gücüyle çalışan sakya zincirli pompa aracı 
4- Bir çeşit mum saati 
5- Masa aracı otomasyonu 
6- Fil saati 
7- El yıkama makinesi
Bir kaşif ve mühendis olarak el-Cezari aynı zamanda başarılı bir sanatçıydı. Kitabında keşifleri için talimatlar vermiş ve onları minyatür resimler kullanarak canlandırmıştır

KÊLA DİMDİMÊ - DIMDIM DESTANI (KÜRT KAHRAMANLIK DESTANI)

DIMDIM KALESİ ORDİXANE CELİL ile ilgili görsel sonucuXanê Çengzêrin (Altın Elli Han) da olarak bilinen destan, halk arasında Dımdım Kalesi olarak biliniyor. Destan, 17. yüzyılda İran Kürdistanında yaşanmış gerçek bir Kürt ayaklanmasına dayanıyor. Ayaklanmanın merkezi ise İran Kürdistanında yer alan Mergever bölgesindeki Dımdım Kalesidir. Memê Alanla birlikte Kürtlerin ilk efsanesi olan Dımdım Destanı, 19. yüzyıl ortalarına kadar dengbej geleneği ile taşındı. 19. yüzyılın ortalarında yazıya dökülen destan Rusyanın Erzurum eski Başkonsolosu A. Jaba tarafından derlendi. 1860 Kurdskiye Rasskazı dört sayfalık bir düz yazı metni olarak yayımlandı. Destanın bu versiyonu Bayezitli bir Kürdün sözlerinden Arap alfebesiyle kaydedildi. Destanda Dımdım Kalesi kahramanca savunulduğu; İran Kürdistanında Tergever, Mergever, Bıradost ve Uşnu bölgelerinde yaşayan Kürt köylülerin, Safevi (İran) istilacılarına karşı verdiği mücadele anlatılmakta. İstilacılara tepki Kürt halkının, kendi bağımsız Kürt devletini kurması istilacılar tarafından sürekli engellendi. Kuzeyden güneye, doğudan batıya giden ticaret yolları Kürt devletinin bulunduğu topraklarda geçiyordu. Stratejik bir yere sahip olan Kürt devleti sürekli, Osmanlı İmparatorluğu ve Safevilerin saldırılarına uğruyordu. Dımdım Destanı, Safevi hükümdarı Şah Abbas Iin (1587-1629) döneminde yaşandı. Köylerde ve kentlerde yaşayan yoksulların durumları her geçen gün kötüye gidiyordu. Herhangi bir iyileşme görülmezken, şah kendi iktidarını ve amaçlarını gerçekleştirmek için daha sert önlemlere başvuruyordu. Bu da yoksul halkın tepkisini çekiyordu. Aynı zamanda Safevileri tek bir devlet haline getirmek isteyen Şah Abbas I, Kürt beylerini kendi himayesi altına almak istiyordu. Safeviler bu siyasetini yaşama geçirirken, en çok Kürt halkı zarar gördü. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, Kürt feodal beyleri de tek bir Kürt devletinin kurulması çabası içerisindeydiler. Xanê Çengzêrininde (Altın Elli Han) böyle bir amaçı vardı. Fakat Kürt feodal beyleri kendi aralarındaki düşmanlıklar ve çıkar ilişkilerinden dolayı bir türlü bir araya gelmediler. Kürt halk ayaklanması olan Dımdım da bu ortamda gerçekleşti. 1608-1610da gerçekleşen ayaklanma Safevi devletinin varlığına yönelen tehlikeli ayaklanmalar arasında yer aldı. Gerçekleşen ayaklanmadan sonra diğer halklar da birbirini zincir gibi izleyen ayaklanmalar gerçekleştirdiler.
DESTANIN HİKAYESİ
Emir Han, Şah Abbas Iden yaptığı hizmetler karşılığında bir öküz derisi kadar toprak parçası ister. Emir Han, öküz postundan daracık ve incecik bir kemer yapar ve bu kemerle büyük bir toprak parçasını kaplar. Ve Gozan Tepesinde Dımdım Kalesini inşa eder. Kaleyi gizli geçitler, su havuzları, yeraltı su boruları ile döşer. Kalenin yeri ve yapımı göz önüne alındığında ise Emir Hanın büyük bir strateji bilgisine sahip olduğu görülür. Kürt devleti kurmak için böylesi bir plana girişen Emir Han, daha sonra şaha karşı çıkar. Ve şah, Emir Hana şöyle seslenir;
Ku te bêaqilî kiriye, Min bihîstiye te navê şah ser xwe daniye. Lo-lo Xano tu kurmancî
Qebûl bike tu vî tacî
Qebûl nakî te dikujim
(Akılsızlık yaptığın; Kendini şah ilan ettiğini duydum. Ey, han, sen Kurmancsın, Tanı benim tacımı, Tanımazsan, seni öldürürüm!)
Ama Emir Hanın şaha cevabı nettir:
Tacê te ser serê te be, Gû nav mesebê te be, Kuştina mêra wê hebe, Kurdistan bênav nabe.
(Senin tacın başında kalsın, Mezhebine tüküreyim senin, Varsın yiğitler ölsün, Bir tek Kürdistan onursuz kalmasın!)
Bu cevaptan sonra savaş başlar. Yedi yıl süren savaşın seyri, şahın, gizli su yolunu bulmasıyla değişir. Kalenin içindekilerin susuz kalmasından dolayı kale şah tarafından ele geçirilir. Kalenin ele geçirildiği sırada Emir Hanın annesi Güher Hanım kalenin içine daha önce döşenmiş barutları patlatır. Ve kale yerle bir olur. Kürtlerin Şêr e, çi jin e çi mêr e (Aslan aslandır, ne fark eder, ha erkek, ha dişi) atasözünden de anlaşılacağı gibi, o dönemde Kürt toplumunda kadına değer veriliyordu. Emir Hanın, Xanê Çengzêrin (Altın Elli Han) ismini alması da; şahın, Kürt aşireti olan Bıradostu kazanmak için altın işçiliğinin en iyi ustalarına protez bir kol yaptırarak, Emir Hanın kesik koluna takmasıyla olur. Safevi devleti, Şah Abbas Iin uyguladığı sert ve baskıcı iç politikalardan dolayı başlayan Kürt ayaklanmasını zor da olsa bastırdı. Yaşanan ayaklanmalara katılan beylikler ve aşiretler ya yok edildiler ya da topluca ülkenin en ücra köşlerine sürüldüler.
Kaynakça: Avesta Yayınevi Kürt Kahramanlık Destanı: Dımdım. Ordixanê Celil'in yazdığı eser Rusçadan İbrahim Kale tarafından çevrildi. Destanın altı değişik versiyonu hem Kürtçe hem de Türkçe olarak verilmiş.
KISACA:
Dım dım söylencesi İran'ın kuzeyinde yaşayan Han avden adlı Şahın Hakkarili bir kahyası vardır.Şah becerikli ve dürüst kahyasını çok sevmektedir.
Bir gün kırk kişilik bir haydut çetesi ,şahın çiftliğini basar,talan etmek ister.Kahya çetedekilerin otuzunu öldürür,ama bir saldırganın kılıç vuruşuyla sol eli kopar.Şah altın bir el yaptırarak onu ödüllendirir.
Günlerden bir gün çiftliği dolaşmaya çıkan kahya,çobanın yanına varır.Öyle yorulmuşturki,sunulan taze sütü içemeden uyuya kalır.Kavalı süt çanağının üzerine koymuştur.Rüyasında ak bir deniz üzerinden geçerek dewfine bulduğunu görür.Uyanır bu sırada sarı bir sinek kavalın içinden geçerek korudaki mağaraya girmektedir.Düşünü hatırlayıp o da mağaraya girer.Büyük bir define bulur.Mağaranın ağzını örtüp Şah'a varır haber verir.Kendisine bir manda derisi kadar toprak bağışlanmasını ister.
Dileği kabul edilir o da bir manda derisini ince ince kıyarak bir yumak oluşturur.Mağaranın bulunduğu alanı bununla çevirir.Çevirdiği yerler kendisinin olmuştur.Defineyi çıkarıp mağaranın olduğu yere büyük bir kale yaptırır.Artık "Altın Elli Han" diye anılır.Dım dım adı verilen bu kalenin İran'ın kuzeyinde günümüzde de ayakta olduğu söylenir.
İran şahı:
“Hey Han! Ne de olsa Kürtsün,
Tanı benim tacımı,
Tanımazsan yok ederim seni”
Kürt hanı, Emirxan:
“Senin tacın senin başında kalsın,
Vız gelir bana senin tacın,
Varsın yiğitler ölsün,
Ama Kürdistan şan ve şereften yoksun kalmasın”
İran Şahı:
“İnat edersen eğer,
Üzerine ordular yollarım
Silerim yeryüzünden ordunu senin
Soyunu ve halkını yok ederim”
Kürt hanı:
“Bizim halkımız teslim olmaz,
Savaş meydanında bekler düşmanı,
Aslan gibi dövüşür,
Ben korkmam ordularından senin,
Ben korkmam Tebriz’den gelecek handan,
Ordumu dağlardan silemezler,
Ben korkmam –yardımına- Çin’den gelecek handan,
Kökünü kazıyamaz benim halkımın,
Ben korkmam –yardımına- Tmor ’dan gelecek handan,
Süremez benim halkımı dört bir tarafa,
Ben tanımam senin tacını,
Vız gelir bana senin tacın,
Ben Kürdistan’ın şanını yere düşürmem”.

Birkaç gün sonra Kürt hanının oğlu:
“Yüceler yücesi kurtarıcının üzerine yemin ederim,
Kale çevresinde kurulan düşman çadırları,
Havadaki yıldızlar kadar,
Ağaçlardaki yapraklar kadar,
Deniz kıyısındaki kumlar kadar, çok”.
Kürt hanı:
“Varsın ölsün yiğitler,
Ama Kürdistan şan ve şereften yoksun kalmasın!”

Kürt komutan ordusuna:
“Asker babanın çocukları korkmazlar,
Ölümden korkmazlar,
Gitmek için cenge, beklemezler babalarını,
Yiğitlerin çocukları yiğit değildir, gitmedikçe savaşa, korumadıkça babalarını”.
Bir Kürt asker:
“Ben bağlı bir orak değilim,
Ben bağlı bir dana değilim,
Gelince cenk zamanı, yiter benim itidalim”.

“Dalga dağ yamaçlarından geçti,
Güneş gibi ışıdı kılıçlar,
Cenk sürüyordu dağlarda,
Ok ve sadak sesleri yayılıyordu,
Yaban domuzu ve parslar tutuşuyordu savaşa”

Savaşın ortasında bir komutan:
“Geldiler işte, geldiler işte,
Aşiret kafileleri geldiler, geldiler işte,
Çıldırmış kurtlar ve aslanlar gibi geldiler onlar,
Kürdistan’dan aşiretler geldiler,
Kürt önderinin yardımına geldiler”.
...
Emirxan yardıma gelen bir Kürt aşiret liderine:
“Sen her zaman düşmanlığımızı yaptın,
Askerlerimi katlettin, Sana ve orduna yoktur güvenim
Sana yoktur ihtiyacım”.
O aşiret lideri:
“ARAMIZDA VARDI KARDEŞ KAVGASI,
DÜNYA MALI DAVASI,
ŞİMDİ İSE SÜREN KÜRDİSTAM KURTULUŞ SAVAŞI,
BU SAVAŞTA KÜRDİSTAN DÜŞMANLARINI PÜSKÜRTELİM,
SONRA SEN BANA UZAK BEN DE SANA.."
Kürt kadını.
“Ola ki yenilirse hanlarımız,
Eli silah tutan kadınlar dövüşecek ölümüne,
Diğerleri de cephanelikte havaya uçuracak bedenlerini”.

“Ki yine olursa sağ kalanımız,
Kazısınsın kafalarımız,
Kesilsin zülüflerimiz”

“Varsın yiğitler ölsün,
Ama Kürdistan şan ve şereften yoksun kalmasın”
______________________________________
Eser: Kürt Kahramanlık Destanı: DIMDIM
Yazar: Ordîxanê Celîl (Doktora Tezi)
Yayımevi: AVESTA YAYINLARI

KÜRT TARİH YAZIMINDAKİ SORUNLAR- MEHRDAD R. IZADY

Kürt tarihinin derlenmesi ve düzenlenmesi zaman tüketen bir görevdir. Ne sevindiricidir ki, bu yoğun zaman tüketiminin nedeni kaynak yokluğu değil, tersine birinci el bilgi kaynaklarının olağanüstü varlığıdır. Ortadoğu’nun yukarı kesimlerinde coğrafi merkezi bölgelere yerleşen , geniş doğal ve insani kaynaklara hakim olan Kürtlerin ataları kaçınılmaz olarak ve yeterli ölçüde insanlığın ilk yazım denemelerinde kaydedilmiştir. Ne de olsa Kürtler, bu gezegende okuma yazma bilen en eski halklar olan diğer Ortadoğu halklarıyla ortak bir geçmişi paylaşmaktadırlar.
Kürtler kendi tarihlerini kaydetme düşüncesini ısrarla reddetselerdi bile, Mezopotamya’da sürekli olarak ilişki ve etkileşim içinde oldukları, okuma yazma bilen diğer pek çok halk tarafından kaydedilmekten kurtulamayacaklardı. Neyse ki, Kürtler ne kendi tarihlerini yazmaktan geri durmuşlar ne de komşu kültürlerin tarihçileri ve kronikçileri tarafından göz ardı edilmişlerdir. Bu bölgeler arası işlemlerin tabletlere yazılan antik ticari ve askeri kayıtlan, günümüze ulaşan mevcut klasik ve ortaçağ tarih çalışmaları ve kronolojileri zenginliği ile birlikte, Kürt tarihinin derlenmesini kolaylaştırmaktadır. Böylelikle, Kürt tarihi daha baştan ayrıntılı olarak kaydedilmiştir ve günümüzde hemen hemen her üniversitede ve resmi kütüphanede bulunmaktadır. Akla hemen şöyle bir soru gelebilir, eğer daha önce zaten derlenmişse, Kürt tarihinin neden yeniden derlenip yazılması gerekiyor?
Tüm bu modern-öncesi kaynaklarda Kürt tarihi, insanlığın Ortadoğu’daki daha geniş deneyimleri içinde teşkil ettiği yer ölçüsünde yazılmıştır. Dünyanın ilk uygarlaşan bölgelerinde tarih, bölümlere ayrılmamış ve çeşitli etno-linguistik grupları övecek ya da alçaltacak biçimde paylaşılmamıştı. Ne olursa olsun, etnisizme eşlik eden çağdaş sosyopolitik çağrışımlar, Ortadoğu’nun modern öncesi toplumlarına uygulamak saçmalıktır. O insanlar için ekonomik yaşam tarzı ve dinsel inanç, onların grup duygularının oluşumu bakımından, diğer faktörlerden daha önemliydi. Avrupalılara (antik Yunanlılar’dan tutun da modem Fransızlara kadar) her zaman daha önemli görünen dil öğesi, modern öncesi Ortadoğululara çoğu zaman önemsiz görünüyordu. Ne var ki, Avrupalılar tarafından yapılan etnisite tanımları tam da bu biricik faktöre dayanmaktadır.
Bu kaynaklardan, Ortadoğu tarihinde ve insanlık mirası içinde, Özellikle Kürtçe’yi (hem modern Hint-Avrupa hem de Huri Kürtçeleri) konuşanlara ait olan oranı bulup çıkarmak gerçekten de Herkül gibi güçlü olmayı gerektirir. Bu tek tek bireylerin ya da bir grup bireyin değil, daha ziyade devlet-destekli bir aygıtın üstlenebileceği bir görevdir. Bölgede bağımsız bir devlete sahip olan diğer etno-linguistik gruplar kendi etnik tarihlerini tamamen devlet tarafından finanse edilen çalışmalarla derleyip yazmışlardır. Tarihin etnik odaklı bölümleri, devlet destekli akademiler kurulup finanse edilerek, Üniversitelerin bu çalışmaları görev edinen geniş sanatsal departmanlarına burslar tahsis edilerek planlanıp yaygınlaştırılmıştır.
19.yy Avrupasına tümüyle dil olgusunu temel alan etnisiteye dayandırılan bir nosyon olan- “ulus-devletçiliğin” gelişiyle birlikte, linguistik sınırlara göre ortaya çıkan ulus-devletlere meşruiyet kazandırmak amacıyla etnik tarihler yazılmaya başlanmıştı. Bu etnik tarihler yeni “ulusal” hükümetler için, kendi etnik özgünlüklerini meşrulaştırma ve kendi etnik vatanları olarak gördükleri topraklar üzerindeki iddialarını legalize etmek bakımından olmazsa olmaz bir öncelik haline gelmişti. Özgün bir etno-linguistik gruba ilişkin bilgiler bulmak umuduyla eski tarih çalışmaları taranıyor ve buna rağmen eksik kalan şeyler iç değerleme, tahminler ya da doğrudan doğruya uydurmalarla tamamlanıyordu. B. Lewis, Histoıy. Remembered, Recovered, Invented (Princeton, 1975) adlı eserinde, Ortadoğu’daki “ulus” devletlerin bunu nasıl başardıkları konusunda insanı hayretler içinde bırakan örnekler sunmaktadır.
Devlet aygıtından ve finansmanından ya da hükümet dışı hayırsever bir sınıftan yoksun olan devletsiz Kürdün “etnik” tarihi henüz birbirinden farklı kaynaklar yığınından derlenip çıkarılmamıştır.
Dünya artık halkların genel, kolektif başarılan hakkındaki değerlendirmelerle tatmin olmamakta; uzmanlık alanlarına ayrılmış tarihin özgünlüğünü ve insanlığa katkıda bulunan insani başarıların paylaşımım arzulamakta, buna değer vermektedir. Bundan kendi özgün paylarım almayanlar, tarihsel olarak marjinal, kültürleri ilkel ve hatta kendi vatanları hakkındaki iddiaları yersiz olarak değerlendirilmektedir. Böylesi ikincil bir statü verilen bir halkın her türlü mirası, sanat ya da arkeoloji müzelerinde değil, doğal tarih müzelerinde sergilenmektedir. Böyle halkların tarihi ve insani deneyimleri, sosyologlar ya da tarihçiler için değil, antropologlar için bir çalışma nesnesi olur. Şimdilerde “ilkel kültürler” olarak etiketlenen ve ona göre sınıflandırılan bu halkların yeri, ham doğayı uygarlıktan ayıran soluk alanlar bulunmakta. Onların öz-yönetim doğrultusundaki iddiaları da benzer şekilde yüce bir hükümranın “aydınlatıcı” himayesi karşısında göz ardı edilmekte ya da “istikrarsızlığı” önlemek amacıyla, mevcut “düzenli” modem bir devlet tarafından müsadere edilmekle son bulmaktadır. Mevki spekülasyonu bu spekülasyonu yapanların cahilliğinden doğmuş ve yalnızca Kürtleri değil, ama aynı zamanda tarihin şu ya da bu döneminde diğer tüm kültürleri ayıplamıştır. Görkemli Mezo-Amerikan uygarlığı hakkındaki “ilkellik” izlenimini ortadan kaldırmak üzere hala mücadele etmektedir. Mayalar ve İnkalar da tıpkı Kürtler gibi, yüksek maaşlı lobici ve avukatlardan yoksundur. Yine tıpkı Kürtler gibi, onların tarihi de hala doğal tarih müzelerinde sergilenmekte ve antropologlar tarafından tanımlanmaktadır.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir; “peki ama Kürtler, hatırlanmayı hakedecek herhangi bir katkıda bulunmuşlar mıdır?” Kürtler, yeryüzündeki en eski ve uzun süreli uygarlıkların anavatanı olan Ortadoğu bölgesinde coğrafi bir merkeziliğe sahip olmanın getirdiği avantaj sayesinde, kaçınılmaz olarak bu uygarlıkların oluşumuna ve aktarımına kayda değer bir katkıda bulunmuş olmalıdırlar. Bu iki mantıklı argüman dikkate alındığında, bizzat modern Kürtlerin kendileri arasında bile, tarihsel rolleri hakkında çoğu zaman böylesine zayıf görüşlerin savunulduğunu görmek bir paradokstur.
1996 Yılı, İslam uygarlığının tarihindeki en büyük şahsiyetlerden birinin, Kürt Ebu-Hanifi Ahmed Dinaweri’nin 1100. Ölüm yıldönümüydü. Onu çok az Kürt tanıyordu ve hiç kimse onun yeni ufuklar açan başarılarını övmemişti. Bu arada, hayattaki başarısı çok iyi bir seyahat günlüğü tutmuş olmak olan Türk seyyah Evliya Çelebi bu alanda bir dünya şampiyonu olarak değerlendirilmektedir. Şu anda vakıflara Çelebi’nin adı verilmekte, onun seyahat günlüğünün en ufak kırıntısı bile doktora tezlerine, çevirilere ve yaygın yorumlara konu olmakta ve basit bir seyahat günlüğünün önemini kat be kat aşan süslü baskılarla yayınlanmaktadır. Bu mevki spekülasyonlarının elbette Evliya Çelebi ile hiçbir alakası yoktur. Burada asıl övülen ve yüksek bir değer verilen şey Türk kültürü ve Türk tarihsel başarısıdır. Ebu-Hanife Ahmed Dinawari’nin üzerinde ise, aradan geçen 1100 yıla rağmen hala bir sis perdesi bulunmaktadır, çünkü onun vasisi olan Kürtler, ikinci sınıf bir ulus olarak değerlendirilmekte ve Yamyam Simko türünden modern ve yakın dönem siyasal şahsiyetlerini ve aşiret reislerini göklere çıkarmakla meşguller.
İlginçtir ki, benzer bir mevki spekülasyonu Kürtlerin antik ataları olan Huriler hakkında da söz konusu olmuştur. Huriler üzerine yazan G. Wilhelm, bu mantıksızlığı farkeder ve onun kaynağım ortaya çıkarmaya çalışır. “Huriler en önemli antik Doğu uygarlıklarından biriydi, ama buna rağmen, linguistik, tarihsel ve kültürel bakımdan Hurriler hakkında, Sümerler, Babilliler, Asurlular, Hititler ya da [hatta] Kenanlılar hakkında sahip olduğumuzdan çok daha az bilgiye sahibiz.” Wilhelm ardından, “Hurriler’in antik Doğu dünyasındaki alenen önemli rolü ile bu rol hakkındaki parçalı kanıtlar arasındaki çelişkinin pek çok farklı değerlendirmeye ve hatta mevki spekülasyonuna yol açmasından” yakınır (Wilhelm, 1989:1-6).
Ne tuhaftır ki, Hurrilerin torunlarının; yani Kürtlerin tarihsel rolü ve kültürel katkısı üzerine yapılan çalışmalara yönelik bilimsel araştırma çabalarının durumu hakkındı söylenecek şey tam da budur. Üstelik Kürtler söz konusu olduklarında, o tiksinti verici mevki spekülasyonu da işlemeye başlamaktadır. Kültürel ve tarihsel kenar hatlarında Kürtlere karşı pusuya yatan “basit aşiretsel göçebeler” (tabii eğer birer yırtıcı hayvan imajı olarak, eşkıya ya da barbar olarak lanse edilmemişlerse)ı, Kürdolojiyi inceleme konusu olarak seçmiş olanlar tarafından bile dile getirilmektedir. İslam Ansiklopedisi’nin ikinci baskısındaki “Kürt” maddesini hazırlayarak ansiklopediye katkıda bulunan Thomas Bois, Kürtlerin arkaik varlığını ve onların Mezopotamya’daki kapsamlı etkinliklerini kanıtladıktan sonra, Kürtler üzerine yazdığı ünlü genel kitabında, Kürdistan toplumu ve uygarlığı için daha küçümseyici ve aşağılayıcı sıfatlar bulmakta güçlük çekmektedir (Connasissance des kurdes, Beyrut: 1965). “[Asur Kralı Sennacherib Babil vilayetlerinde düzeni sağlamakla meşgulken,” diye bildirir okurlarına Bois, “o güne kadar yalnızca barbar dağ aşiretleri olan ve göçebe olarak yaşamlarını sürdüren ya da Sefalet içindeki köylere yerleşen Medler, Zagros Dağlıları…” Elbette, Bois, Kürdistan’ın dağ aşiretlerinin barbarlığını ya da köylerinin sefaletini nasıl belirlediği hususunda bize herhangi bir kaynak ya da kaynaklar sunmamaktadır. Üstelik de bunlar Kürtlerin dostları tarafından söylenmiş şeylerdir.
İnsanın, doğası itibariyle, hakkında en az şey bildiği şeylerin önemi açısından en son sırada yer aldığı ve bilinen şey açıkça yanlış olsa bile, bilinenin getirdiği rahatlıktan vazgeçip, bilinmeyeni öğrenmenin belirsizliği ve yükü altına girmeye karşı en çok direnen varlık olduğu artık eskimiş bir haberdir.
Bu kılavuz kitabın ilk baskısının yayınlanmasından sonra, statükonun değişimi karşısındaki bu direnişin çarpıcı örnekleri ortaya çıktı. İran’daki Güney Kürdistan’da bulunan antik Godin tümseğinde kazı yapan arkeologlar yakın bir zamanda üzüm şarabı ve arpa mayasının varlığı hakkında en eski fiziksel kanıtlan buldu. Üzümün ve arpanın anavatanlarının Zagros-Toros dağlan olduğu, bunlann ilk kez oralarda ıslah edildikleri; kaldı ki, üzümün Irak’taki Güney Mezopotanıya ovalarının bataklık ve tuzlu topraklarında hiçbir şekilde yetişemeyeceği gibi olguları göz ardı eden söz konusu kazıdaki arkeologlar, Kürt dağlarının yerli kültününü es geçerek bu her iki ürünün keşfini doğrudan Güney Irak’taki Sümerlere affettiler! Godin’de, askeri sapanlar için kullanılan toplara benzeyen cisimlerle dolu olan bir odada bira fıçıları da bulunmuştu. Şimdi, klasik Greko-Romah tafihçiler böyle bir savaş türünü hiç tereddüt etmeden Zagros halklarına, özellikle de Kurti, yani Kürtler olarak adlandırdıkları halka affetmişlerdir (örneğin, Polybius, v.1fi.5; Liıy, XXXXV11.xı.9; Diodoı-us, MV.mrii.3J
İyi ama nasıl olur da, coğrafya ve botanik gibi temel olguların başaramadiği şeyi, birkaç sapan topunun başarmasına izin verilebilir? Huriler nasıl olup da, dünyada ilk defa onların kendi anavatanlarında yapılan kazılarda çıkarılan şeyler için, G. Wilhelm’in doğrudan “mevki-spekülasyonu” olarak adlandırdığı dengeyi alt üst etmeden, saygınlık talebinde bulunabilirler? Şu anda Godin’deki kazıları yöneten Toronto Üniversitesi’nden Dr. Virginia Badler, Aralık 1994 de Amerikan Antropoloji Derneğinde okuduğu bir bildiride, statükoyu çürüten fiziksel kanıtları es geçerek statükoyu sürdürmeye çalışmaktadır. Böylece Dr. Badler sapan toplarının varlığını, bunların Sümerlerin icadı olduklarının bir başka “kanıtı” olarak meşrulaştırdı. Dr. Badler bu aleni kaçamağı güçlendirebilmek için şöyle diyor; “o zamanlar kilden yapılma sapan topları her yerde kullanılan savaş silahlarıydı.” (Science News, 146 (1994), 390) Elbette bu “bazı” raporların kanıtlanmışlığı hakkında ve bu raporların, sapan toplarının Kürtlerin tercih ettikleri silahlar oldukları konuşunda antik ve klasik kaynaklarda bol bol geçen raporlarla nasıl kıyaslanabildikleri konusunda bize herhangi bir şey söylenmemektedir.
Neyse ki, geçtiğimiz dört yıl içinde, sağduyu sahiplerini (ve de Kürtleri) memnun edercesine, Kürdistan’da, Mehabad’ın kuzey batısındaki Hacı Firuz’da ve Adıyaman’ın güneybatısındaki Titriş’te keşfedilen diğer arkeolojik tümsekler, üzüm şarabının Kürdistan’da icat edildiği konusunda, Godin’i 2500 yıl önceleyen yeni kanıtlar sağlamıştır (McGovern ve diğerleri, 1996:480-81). Hacı Firuz ve Titris’te bulunan kanıtların, Kürtler hakkındaki gelenekse mevki-spekülasyonuna alışkın olan dogmatik araştırmacılar tarafından nası geçiştirileceği ciddi bir merak konusudur.
Tüm bu zorluklara ek olarak, bu yanlış değerlendirmeleri düzeltme doğrultuşunda bireyler ya da örgütler tarafından başlatılacak herhangi bir girişim, gerek akademi camiası içinde, gerekse de politik arenada düşmanca bir yaklaşım ile karşılaşacaktır. Bu, oldukça doğal; çünkü insanlığın mirasının bir kısmı üzerinde iddia edilen bir hak başka bir grubun aleyhine olacaktır. Ve hiç kimse kavgasız biçimde bu hakkından vazgeçmeyecektir. Bu yüzden, Kürtlerin tarihini derleyip tek merkezde düzenleme doğrultusundaki herhangi bir ilk girişimin, araştırma ne kadar titiz ve niyet ne kadar hayırsever olursa olsun, tartışmalara yol açması ve düşmanlık yaratması kaçınılmazdır.
Ortadoğu-Akdeniz uygarlığının evrimi ve zenginleştirilmesinde Hurilerin oynadıkları temel rolü onların hanesine yazma konusunda antik tarih araştırmacıları arasında gözlenen direniş, Hurrilerin zamanından tutun da 20.yy’ın başlangıcına kadar, Kürt tarihinin geri kalan kısmının gelişimini ve yeniden kurgulanmasını yadsıyan tutumun ta kendisidir. Beklenebileceği gibi, her iki durumda da kaynak kıtlığı gibi bir sorun söz konusu olmamıştır. O meşhur Pandora kutusunun açılmasına karşı çıkan anlayıştır sorun olan. Bu durum, şimdi Huni tarihi örneğinde de başladığı gibi, Ortadoğu ve Akdeniz dünyasının tarihi ve kültürel evrimi hakkında elimizde bulunan standart metinlerin ve literatürün yeni baştan gözden geçirilmesini ve bu dünyaya sunulan geleneksel katkıların sahiplerinin yeniden derecelendirilmesini gerektirebilir.
Ulusal tarihler niçin böylesine tartışmalı konular haline geldi ve insanlar niçin —kelimenin tam anlamıyla— tarihin paylaşımı, satışı ya da icadı üzerine birbirleri ile savaşıyorlar? Tarihi satın almak, uluslararası kabul görmenin, yönetimi meşrulaştırmanın ve iddia ne kadar yersiz olursa olsun, bir toprak parçası üzerinde hak iddia etmenin en ekonomik yoludur. İşte bu yüzden, sosyal bilimlerin ve insan bilimlerin başka hiçbir dalı, politika ile, meşruiyet sorunu ile ve toprak talebi ile tarih kadar içli dışlı olmamıştır.
Bu yeni bir eğilim olmaktan hayli uzaktır. Moğollar 13.yy’da uygar dünyanın önemli bir kısmını harabeye çevirip ele geçirdikten sonra, Moğolların tafillini yaratmak üzere yerel tarihçi ordularım kiralamışlardı; o cani askeri hortlakları, antikitenin büyük ailelerinden çıkan ve kendilerinin kısa bir süre önce enkaza çevirdiği dünyanın yönetimine en çok layık olan onurlu asilzadeler olarak sunmak üzere. Böylece, Cahanguşa ve Cami’ el-tavvarik gibi muhteşem tarih yazımları ve diğer sayısız tarih çalışmaları, “doğruluk” açısından Moğol kraliyet bakanları tarafından (örneğin, Hemedanlı Raşit El Din Faciallah) denetlenen bu tarih timleri tarafından gerçekleştirilmişti. Bu tarih timlerinin eserlerinin yüzlerce cildi Semerkand’ın en iyi yaldızlı kâğıtlarına yazılmış. Tebriz ile Sultaniye’deki atölyelerde pahalı (ve şatafatlı) minyatür resimlerle savurganca süslenmişti. Bu eserlere Cengiz Han ile Moğol sürülerinin, öylesine gerçeğe aykırı bir resmi çizilmişti ki, kuşkuya kapılmayan bir izleyici kitlesinin, ikisinin aynı şey olduğunu kendi başlarına düşünmesi asla mümkün olamazdı. 1994 Yılının New York’unda bile, Amerikan Doğal Tarih Müzesi, Moğolistan Cumhuriyeti ile işbirliği içinde bir sergi açmış ve bu sergide, 700 yıl önce Moğol parasıyla satın alınan sözde tarih kullanılarak, Cengiz Han gibi iyiliksever birinin komutasındaki uygar Moğol ordusunun bir resmi Amerikan kamuoyuna sunuluyordu.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de tarihin yazılması oldukça güçlü bir destek gerektirir. Beceri ve cesaret isteyen böyle bir çalışma aynı zamanda, şimdilerde birkaç değerli kişiyle sınırlı olan fedakâr Kürdologlar’dan oluşan bir akademinin olanaklarını da gerektirir. Bu eksikliğin çok çeşitli nedenleri var. Kürtler, modern ulusal ve yüksek eğitim düzeyi çalışmalarını destekleyip finanse eden bir devlet aygıtından yoksunlar. Bölge devletleri böyle bir devletin oluşumunu engellemişlerdir. İncil üzerine araştırma yapan bilginler hiçbir zaman Kürtlerle ciddi biçimde ilgilenmemişlerdir; oysa İncil çalışmaları, antik Mezopotamyalılar, Levantenler ve Mısırlılar üzerine yapılan çalışmaları ve o halklara duyulan ilgiyi ateşlemiştir. Kürtlere, ancak Kürtler Medlerle (veya daha ziyade “Meadler” ile, zira isim de çoğu zaman yanlış telaffuz edilmektedir) karıştırıldıkları zaman sınırlı bir ilgi gösteriliyor.
Ayrıca Kürtler arasında, diyasporada Kürdologlardan oluşan bir akademinin oluşumunu teşvik ve finanse edecek bir hayırsever ya da hayırseverlik geleneği de yoktur. Kürtlerin komşuları olan Ermeniler, kendi kültürlerini ve geleneklefini tam da bu şekilde, yani Batı diyasporasında Armeniolog alanında birinci sınıf üniversite müfredatı oluşturup finanse ederek korudular. Tüm bu olanaklann yokluğunda, zamanının tümünü çalışmalarına veren fedakâr bir Kurdolog, kendi kişisel imkânlarıyla ve uğrayacağı akademik/politik zararları göze alarak var olmuştur. Hiçbir desteğin bulunmadığı böylesine elverişsiz bir ortamda, Kürtler hakkında üniversite düzeyinde yapılan çalışmalar güvenilir ve birinci sınıf bilim adamları tarafından yönetildi, başkalarının tarihi ve insani deneyimleri üzerine yapılan çalışmalarda birer dipnot olarak kaldı; oldukça büyük dipnotlar olsalar bile. Kürt tarihine ve mirasına yönelik şaşırtıcı ölçüdeki umursamaz yaklaşım —onların insanlığın geçmişindeki insani ve kültürel katkılarının önemsizleştirilerek bir kenara itilmesi— günümüzde de devam etmektedir.
Ortadoğu genelinde, devlet organları anlaşılır nedenlerden ötürü Kürt mirasını göz ardı etmekte ve Kürtlerin kendi ulusal biricikliğiyle olan bağlantılanm ve bundan duydukları iftiharı baltalama çabası içindedir. Böyle bir lükse, Kürtler gibi pek de hoş karşılanmayan azınlıklar değil, yalnızca egemen etnik gruplar sahip olmaktadır. Bu göz ardı edici ortamdan etkilenen Kürtler, kendi tarihsel kökenlerini keşfetmek üzere batılı Kurumlara doluşmuşlardır. Araştırmalar yapmak üzere Batı’ya gelen bir Kürt, kısa bir süre sonra batılılarla yaptığı sohbetlerde, kendisinden Kürt adında bir ulusun hatta etnik grubun varlığını “kanıtlamasının” istendiğini fark eder. Oysa, Ortadoğu’dan veya başka bir yerden gelen hiçbir gruptan kendi etnik kimliğini “kanıtlaması” istenmemektedir. Hem Kürt hem de Kürtler üzerine çalışacak herhangi biri, geleneksel bir şekilde “Kürt milliyetçiliği” üzerine bir şeyler yazmaya sevk edilmektedir; ki, Batı dünyasındaki her kolej ve üniversite kütüphanesinde, bu konu hakkında siyasal bilimler öğrencilerine -ve de meraklı Kürtlere- sunulacak birkaç meşhur kitap bulunmaktadır. Kürt, iyi bir “aşiret” mensubu olarak, kendi kolej ödevlerini veya mezuniyet tezini, son 150 yılın siyasi tarihi ile ilgili bir konu üzerine yazmakla görevlendirilir. Sadece son 150  0yıl ama, asla daha öncesi değil. Ola ki öğrenci daha öncesini merak ederse, akıl hocası ona şunu soracaktır;”Daha öncesi? Daha önce ne vardı ki?” Eğer öğrenci ısrar ederse, o zaman da karşısına eski bir klişe çıkar: “Kaynak yok.” Ardından öğrenci, bazı kavgacı aşiret reislerini ya da geçici siyasal şahsiyetleri içeren mevcut ya da yakın zamana ait siyasal ihtilaflardan birini seçip, geı-ide hiçbir iz bırakmayacak kadar önemsiz olan bir konu üzerinde sayısız araştırma tezlerinden birini yazmaya yönlendirilmektedir. Asla saf bir tarih çalışması değil; hele antik, klasik ya da ortaçağ Kürt tarihi hiç değil. Öyle görünüyor ki, modern akademik düşüncede, Kürt ve tarih birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan iki olgu olarak kabul edilmektedir.
Gerekli uzmanlıktan yoksun olan Kürtler, Ortadoğu’nun kültürel mirasında ve tarihinde onlara düşen pay hakkında şu anda mevcut olan paradoksa meydan okumayı, ne entelektüel modaya uygun olarak, ne de akademik olarak güvenli bulmuşlardır. Acı gerçek şudur ki, Kürtler bu çarpıtılmış tabloya razı olma eğiliminde kalmışlardır. Kaçamak davranan Kürt bilgini, “milliyetçi” biri olarak göz ardı edilmemek için, kendi ulusal mirasının marjinal bir göçebe kültürüne, Bois’in Kürtlerin ataları için kullandığı “barbar dağ kabileleri”nden çok uzak olmayan bir düzeye indirgenmesini canı gönülden desteklemektedir. Böylece Kürt bilgini, hem ülkelerinde hem de Batı üniversitelerinde güçlü biçimde finanse edilen, tarihten kendi paylarını çekip çıkaracak tam mesaili müdafi ve akademisyenlerin yönetiminde olan akademi ve kurumlara sahip olacak kadar şanslı olan diğer halklara, geçmişte kendi ulusu tarafından sunulmuş katkının parsellenmesinin akılsız bir aksesuarı haline gelmiştir.
Ayrıca eğitimli Kürtler arasında, kendi uluslarının tarihlerini araştırmak, gün ışığına çıkarmak ve geliştirmek isteyen diğer hevesli ulusların bir olgunluğa ve entelijensiyaya ulaşmalarına yardımcı olan karşılıklı bir destek ve ortak çalışma alışkanlığının olmadığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Kürt aydınlan bunu yapmak yerine, Üçüncü Dünya’daki diğer aydınlar gibi, Batı’nın eğitsel ve materyal zenginliği karşısında gözlerini kamaştırmaktadır. Kürtler bir Batılı tarafından yapılan en sınırlı ve en sıradan çalışmayı bile göklere çıkarırken, kendi Kürt kardeşlerinin önde gelen eserlerini herkesten önce kötüleyip küçümsemekte önceliği kimseye kaptırmamışlardır. İçinde bulundukları çaresizlik dolu mevcut ekonomik ve kültürel koşullardan dolayı kafaları karışan, gücenen ve içe kapanan pek çok Kürt aydını, farkında olmaksızın kendi inkarının bir aracı haline gelmiştir. W.R. Hay 1921 yılında şu isabetli gözlemde bulunmuştu:
“Kürdün kendisini ve kardeşlerini küçümsemek gibi tuhaf bir alışkanlığı vardır; muhtemelen bu alışkanlık Kürde, onu Osmanlılaştırmak ve her türlü ırk duygusunu kökten sökme çabası içinde olan Türkler tarafından aşılanmıştır. Kürt sürekli olarak, yalnızca dışarıyı gören biri anlamında “zahirbin,”, açgözlü anlamında “tamahkar” ve ‘yabani’ anlamında “wahşi” deyimleriyle kendisinden söz eder.” (Thro Years, 1921-64)
Bu yüzden, sadece geçtiğimiz birkaç yıl içinde bile, Kürdistan’da yapılan tüm gümüşçülük işlerini Kürt Yahudiler’e, tüm taşçılık işlerini Asuriler’e, tüm güzel halıları Farslar’a, tüm mimari anıtları Ermeniler’e ve Kürt kökenli eserlerin çoğunu Türklere atfeden pek çok makalenin çıkmış olması; böylelikle Kürtlere “soylu vahşi” dışında başka bir tarihsel miras bırakılmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Böyle bir nosyonun içerdiği eşitsizliği ve derin paradoksu görmek için tarihçi olmaya gerek yok.
Bu durumdan en çok sorumlu tutulması gerekenler, eğitimin ve eğitsel hayırseverliğin vazgeçilmez önemini henüz keşfetmemiş olan Kürtlerin kendileridir. Neyse ki, elinizdeki çalışmanın da kanıtladığı gibi, Kürt etnik tarihinin yazımı ve onların spesifik başarılarının incelenmesi için, hiçbir uydurma ve ölçüsüz iddiaya ihtiyaç yoktur. Olağanüstü miktarda bulunan birinci elden tarihsel belgeler ve arkeolojik kanıtlar, Kürt tarihinin ve kültürel katkısının gün ışığına çıkarılması için spekülasyona değil, yalnızca zamana ihtiyaç vardır. Kürt tarihi üzerine çalışan herhangi birini endişelendirecek şey kaynak kıtlığı değil, tersine, araştırmalar için mevcut olan muazzam birinci el kaynak bolluğudur. Bir tarihçi statükoyu bozma korkusunun üstesinden bir kez geldi mi ve -geleneksel tarihçilerin ve komşu etnik grupların savunucularının düşmanlığı olmazsa bilekaçınılmaz umursamazlığı karşısında varlığını korudu mu, Kürtlerin tarihi ve insanlık içindeki mirası eksiksiz biçimde anlaşılıp, yerli yerine oturtulabilir.